Sayın R.Tayyip Erdoğan’ın tavrınına ilişkin fikrimi bu yazıyı okuyan sizlerle paylaşırken, kendisinin o toplantıda sahip olduğu üç ünvan üzerinde durmak istiyorum: Birincisi, İsrail-Filistin sürecindeki mediatör, yani arabulucu rolü, diğeri Türkiye Başbakanı rolü ve sonuncusuda AKParti Lideri rolüdür.

Öncelikle İsrail-Filistin sürecindeki mediatörlük sıfatıyla Davos toplantısındaki rolünü irdelemek isterim. Bunu yapmadan önce arabuluculuk kavramını tanımlamak istiyorum: Mediasyona, herhangi uyuşmazlık yaşayan taraflar arasında gizli yürütülen ve bağlayıcı olmayan, gönüllü bir kazan-kazan çözümün gerçekleşmesine olanak sağlayan müzakereler bütünü diyebiliriz. Diplomatik alanda gerçekleşen herhangi arabuluculuk sürecini, tarafsızlık prensibiyle yürütülen profesyonel mediasyondan farklı kılan şey, mediatörlük rolü üstlenen tarafın çıkarları doğrultusunda bir sonucun çıkması veya anlaşmanın imzalanması ihtimalidir. Jimmy Carter ve Camp David sürecini hatırlayacak olursak, taraflar arasında kabul edilen anlaşmanın ABD çıkarları ile örtüştüğü görülür. Zira ABD çıkarlarıyla örtüşmeyen herhangi Camp David Anlaşması düşünülemezdi. Bununla birlikte, bu tür mediatör de, her koşulda tarafsız bir uzlaştırıcı[1] rolü üstlenir. Bu şekliyle diplomatik arabuluculuk süreci sonunda uyuşmazlık yaşayan taraflar, kendilerini dahil oldukları nispeten adil bir çözümün parçası, olarak kabul ederler. Yani evlerine döndüklerinde temsil ettikleri ülkenin vatandaşları, kendilerine karşı isyan eden kişiler olmayacaklardır

Şimdi sizlere, Davos’ta Sayın Tayyip Erdoğan’ın arabuluculuk rolünü tamamen saf dışı bırakan cümle neydi, diye sorsam; bazılarınız, siz adam öldürmesini iyi bilirsiniz, diyerek cevaplayabilir. Bu doğrudur da. Çünkü bu cümleden sonra, Sayın Erdoğan’ın tarafsız ve adil bir arabuluculuk süreci yürüteceğine inanan veya kendilerinin bu süreci yönetmeye devam etmesini onaylayan herhangi İsrail vatandaşının olması ihtimali neredeyse sıfırdır. Oysa bir arabuluculuk süreci, sadece ve sadece,  uyuşmazlık yaşayan tarafların gönüllülüğü ile devam edebilir.

Bu noktaya nasıl gelindi veya nasıl olmalıydı diye sorulabilir, elbette. Sadece gözlemlerim üzerinden ve görünenlerden hareketle olaylar bütününü çok genel olarak şöyle sıralayabilirdim: Herşeyden önce  İsrail saldırıları başlamadan önce sayın Erdoğan’ın her iki kesimi de ziyaretleri ve bunun hemen ardından beklenmedik gibi gürünen bir İsrail saldırısı var. Ayrıca, Gazze sınırında iki saat bekletilen bir Uluslararası Arabulucu; Sayın Erdoğan, var. Yani dünya basını gözünde ve özellikle Filistin tarafında, arabulucu olarak güven unsuru sarsıntıda bir arabulucudan söz ediyoruz. Bu açıdan, Davos çıkışı aslında Sayın Erdoğan’ın yaşadığı birikimler sonucudur, denebilir. Burada özellikle altını çizmek isterim ki, mediatörlüğümün özü  itibariyle, herhangi şeyin doğru-veya yanlışlığından  bahsetmiyorum. Ancak arabulucu sıfatıyla bu çıkış, bir mediatörün asla yapmaması gereken ve tarafsızlığını koruyamadığını gösteren fevri ve talihsiz bir davranış olmuştur.

Ne yapılabilirdi sorusuna gelince; mediatör Sayın Erdoğan herhangi  yorum yapmadan Sayın Peres’e şu soruyu sorulabilirdi:

“Sayın Perez, İsrail-Filistin barış görüşmelerinde yer alan bir arabulucu olarak görevimin sorumluluğu ile hem onur duyduğum, hem de son olaylar karşısında mutsuz olduğum bir süreci deneyimliyorum. Size herkesin merak ettiği bir soruyu sormak istiyorum. Bildiğiniz gibi, hem Filistin ve hem de İsrail tarafı olarak sizlerle ayrı ayrı görüşmeler yaptık. Herkesin kabul edeceği üzere, arabuluculuk tamamen güvene dayalı bir süreçtir. Bu sebeple gerçekten cevabını duymak istediğim bir soru var: Ne oldu ki, bu görüşemelerden dört gün sonra, aralarında Birleşmiş Milletler’in görev aldığı hastane de dahil olmak üzere, pek çok sivilin hayatını kaybettiği bir bombalama süreci başladı? Bu toplantının ve cevabınızın barış görüşmelerine olumlu katlılar sağlayacağı umuduyla ve seçilmiş bir arabulucu olarak, sizden bu soruma net bir yanıt almaya ihtiyacım var.”

Bu noktadan sonra, Sayın Peres’in cevabı ne olursa olsun, Sayın Tayyip Bey’in uluslar arası arenada mediatörlüğü desteklenmiş olur ve barış görüşmeleri süreci de daha farklı yürütülebilirdi, kanatindeyim.

Başbakan Tayyip Erdoğan olarak tepkisine gelince; bu yazının konusu olmasa da, birkaç önemli dinamiğin bu çercevede irdelenmesi gereklidir: Herşeyden önce günümüzde, dünyanın krizle çalkalandığı hassas bir dönemi ve ötekinin, komünist yerine,  diğer dinden diye tanımlandığı bir uluslar arası ilişkileri deneyimlemekteyiz. Türkiye olarak, uzun süreceği öngürülebilecek, belirsiz ve her an tüm dengelerin değişebileceği bu sürecin, her komşu ile iyi geçinme ilkesine dayanan çoklu politika yürütelerek sürdürmesinin en  akıllı tercih olacağı kesindir. Ayrıca, Gazze’de bulunan petrole ilişkin, özellikle İsrail basınında yer alan ve elde edilecek gelirin paylaşılmasında Hamas ile İsrail arasında anlaşmazlık olduğuna ilişkin yazılar da düşünülürse, dışarıdan sadece Filistinli sivillerin öldürülmesi gibi algılanan bu son sıcak çatışmanın, petrol paylaşım müzakeresinin şiddete dönüşmüş biçimi olması ihtimali de vardır.

Bu durumda ne söylenebilirdi veya nasıl tepki verilebilirdi, diye sorulabilir. Kanımca, erdem denilen olgu da göz ardı edilmeden; yani hangi dil, ırk, din, renk vs olursa olsun, insan olmanın önemi çercevesinde, sağlam ancak stratejik bir diplomasi sergilenmeliydi. Ayrıca, arabulucu kalmak ile kalmamak, tarafsızlığımızı koruyamadığımız ölçüde sakınmamız gereken de bir roldür. Yani bu durumda, Başbakan Sayın Erdoğan’ın arabuluculuktan çekilerek, Türkiye ulusal çıkarlarını koruyacak bir şekilde mesaj vermesi söz konusu olabilirdi. Sadece bir dakikalık bir konuşma bu anlamda tüm mesajı verebilirdi:

“ Yaşadığımız çoğrafya, binlerce yıldır farklı kültür ve dinlere ev sahipliği yapmış dünyanın belki de en ilginç alanlarından biridir. Bu sebeple de, bitip tükenmeyen uyuşmazlıklara ve çatışmalara sahne olmaktadır. Bu çoğrafyanın en eski kültürlerinden biri olarak bizler, hayatını son saldırılarda kaybeden her Filistinli ve İsrail vatandaşı için acı duyuyor ve bunlara acilen bir son verilmesini diliyoruz. Son yaşadığımız olaylar, yüzlerce Filistinli sivilin birkaç gün içinde ölümüne ve sakatlanmasına sebep olmuştur. Özellikle eşit güçlere sahip olmayan iki taraf arasındaki bu  vahim durumun bir an önce durması ve coğrafyamızda barışın yaşanması Davos toplantısında söyleyeceğimiz ve vermek istediğimiz tek mesajdır. “

AKP Başkanı Tayyip Erdoğan’a gelince, bu ancak kendisi veya partisi tarafından karar verilecek bir söylence olabilir. Ancak yukarıda ifade edilen her iki rolden çok daha az önemi olan Parti Başkanlığı’nı destekleyecek herhangi davranışın Davos gibi uluslar arası bir toplantıda sergilenmesinin, uzun vadede Türkiye için stratejik olmayacağı, kesindir.

Genel olarak; seyahatlerinde neredeyse  pasaportunu veya Türk kimliğini gizlemeye çalışan, iki nesil yurt dışında yaşadıktan sonra Türkçe’yi bilemeyen veya birkaç sene yaşadıktan sonra yabancıymış gibi tuhaf bir Tükçe ile konuşan, İstanbul’lunun! hala Anadolu’yu Anadolu olarak algıladığı, çoğunluğu ekonomik zorluklar içinde olan ve eğitim seviyesi düşük, öğretimi ezbere dayalı ülkemiz insanı düşünüldüğünde, tanık olduğumuz Davos tavrına karşı halkımızın son padişah betimlemeleri, aslında vatandaşımızın onlarca yıldan gelen bir haykırışı ve kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla misali, tüm politikacılara seslenişi değil midir?

Deniz Kite, 15 Mart 2009

 

[1] Uzlaşmayı mediasyon ayıran en önemli özellik uzlaştırıcının taraflara alternatifler önerebilmesidir. Arabuluculukta ise, tarafsız ve bağımsız olan mediatör hiçbir şekilde taraflara çözüm alternatifleri öneremez.