Cumhuriyet yönetimini isteyen ve onu devam ettirmeyi tercih eden vatandaşların içlerinde yaşadıkları ülkeye iki temel görevleri vardır:

  1. Sorumlu birer vatandaş olarak doğruları yapmak ve gelecek nesillere örnek olmak (adaleti sağlamak, çalışmak, dürüst ve şeffaf iş yapmak, eğitim almak ve vermek uygarlık için bilimi, sanatı, teknolojiyi desteklemek, ahlaklı nesiller yetiştirmek vb)
  2. Sorumlu birer vatandaş olarak, doğrular yapılmadığında, bunu şahsi çıkarlarını (menfaatlerini) gözetmeksizin, ülkenin iyiliği ve gelecek nesillerin esenliği için söyleyebilmek

Bu her iki önemli temel görevi yapabilmenin yolu, ülke içinde müzakere kültürünü yaygınlaştırmaktan geçer. Çünkü doğruları yapmak için sürekli gelişmek ve geliştirmek gerekir. Bir toplumda yaşayan her vatandaşın benzer eğitim veya gelişmişlik düzeyine sahip olması mutlaka tercihimizdir ancak bunu bugüne kadar başarabilmiş hemen hiç bir ülke, yoktur. Bununla birlikte, çok güzel denge kurmuş, büyük oranda başarı sağlamış ve bizlere de ilham olabilecek ülkeler vardır; günümüzdeki Yeni Zelanda, İzlanda, Finlandiya ve cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki kalkınmayla Türkiye Cumhuriyeti gibi. Bu sebeple en başta eğitimli olanlarımızın, doğruları yaparken, eğitimli olmayanlara bu doğruların nedenlerini ve yapılmadığındaki sonuçlarını iyi aktarabilmeleri, kurnazlıkları ve yobazlığı ortadan kaldırmak adına, doğru tartışabilmeleri çok önemlidir. Bir başka açıdan, eğitimli olanların, gönüllülükle toplumsal çalışmalar yapması, sorumluluğun ayrılmaz birer parçasıdır.

Doğruların yapılmadığı zamanlarda bunu dile getirebilmek ise cesaret ve strateji gerektirir. Örneğin uzun süre doğruların yapılmamasına ses çıkarılmazsa, yanlışlardan beslenenler çoğalır; yani doğruya dönmek, bu denli şahsi çıkarların olduğu yerde, zorlaşır. Çünkü insanlar yanlışın kısa süreli ve nispeten yüksek getirisine hayır demekte zorlanırlar. Bu sebeple yanlışların yapıldığı toplumlarda (adaletsizliğin, eğitimsizliğin, ahlaksızlığın vb hüküm sürmeye başladığı ülkelerde) şiddetin ve mafyalaşmanın da arttığını ve paralel olarak korkunun beslendiğini gözlemleriz.

Ve maalesef, yanlışların bağırtılı dünyası eğemen olduğunda, doğruların sesi cılız kalır.

O halde birinci görevimiz, doğruların yapılması ise hiçbir koşulda doğruların yapılmaması gibi bir seçeneğimiz yoktur! Ve tarihten ya da sosyolojiden öğrendiğimiz üzere, gelişmişlik düzeyine bağlı olarak, daha dezavantajlı gruplar, kendilerini arka plana itilmiş hissedenler, adaletsizlikten yakınanlar, olanaklara sahip olanlara imrenen ve hızlıca imrendikleri olanaklara ulaşmak isteyenler, yanlışları yapmak isteyenlerin manupüle edeceği ilk grup vatandaşlar olurlar. Yani içinde derin bir adaletsizlik hisseden, doğruların yapılması için müzakerelere başlamak yerine, kızgınlık ve acıdan güç alır. Kendilerini arka plana itilmiş hissedenler, bu duyguları kaşındıkça, güç sahibi olmak ve öç almak isterler.

Ne acıdır ki, insan, doğruların ve gerçeklerin arkasında durmak veya iyiliği teşvik etmek yerine, çoğunlukla yalan üzerine yalan söylediği bir sanal gerçeklikte yaşamayı seçer!

Al Capone anlatır: “Küçükken her gece bir bisikletim olsun diye dua ederdim. Olmadı. Sonunda bisikleti çalıp, her gece affedilmek için dua etmeye karar verdim.”

Oysa bisiklet için çalışabilirdi de… Doğruların dünyasından bakarsak, şu soruyu sorarız: Kim, vicdanın ağırlığı dışında, bunca kötülük yaparak ve varsa eğer, affedilerek cennete gitmeyi hayal edebilir ki? Yanlışların dünyasından bakarsak, Al Capone gibi, Tanrı onun çalmasına izin veriyorsa, cennete gitmesine de izin verecektir. Oysa dünyada yapılan doğru veya yanlışların sorumlusu veya doğru ve yanlışlara izin veren Tanrı değildir; insan doğru ile yanlış arasında bir seçim yapar (İslami açıdan sağ veya sol omuzundaki fısıltıdan birini dinler) ve seçimin sonucunu da, bu dünyada veya inananlar için öte alemde, yaşar. Gördüğünüz üzere, doğru yapmak zor, yanlışa kaymak ise oldukça kolaydır. Yanlışa alışan bir zihnin de, yanlışları aklileştireceği (kendine göre gerekçelendireceği) bellidir. Aksi halde vicdanın sesi (dünyada Tanrının izi) insanı hasta eder.

Sözün özü, nasıl yaşıyor olursak olalım; doğruların veya yanlışların egemenliğinde, Cumhuriyet bizim tercihimiz ise, onun için doğru şekilde mücadele etmemiz ve sürekli doğruları beslememiz gerekir. Mücadele ise tartışarak anlatmakla, aktarmakla ve göstererek örnek olmakla mümkündür; ve her ikisi de, temelde müzakere kültürünün yerleşmesiyle olanaklı olur.

Ne kadar eğitimli, bilgili ve deneyimli olursak olalım, bu bizlerin müzakere yetkinliğine sahip olduğumuz anlamına gelmez. Başarılı bir tartışmayla müzakere yürütebilmek için, en başta karşımızdakinin dilinden konuşabilmemiz gerekir. Bu ise konuştuğumuz kişinin jargonuna sahip olmamızı, dediklerimiz ve yaptıklarımızın uyumunda güven yaratmamızı, duyguları yönetebilmemizi, basit örneklerle hikayeleştirmemizi, kişisel suçlama veya yargılamaların ötesinde sorularla sorgulatan bir yaklaşım geliştirmemizi zorunlu kılar.

Boşuna Mevlana veya Nasrettin Hoca hikayelerimiz yoktur ve bazen eşeğe ters binip, önümüze değil, arkamızda bıraktıklarımıza bakarak, sorumluluklarımızdan neleri yerine getirdik, yapmakla veya yapmamakla, onunla yüzleşmemiz gerekir!

Eğer gerçekten cumhuriyette yaşamak, onu korumak, beslemek ve gelecek nesillerimizin huzur ve esenlik içinde cumhuriyete erişmesini istiyorsak, hep doğrudan yana olacağız; yaparak ve yapılmadığında tartışmaya açıp, müzakeresini yürüterek! Ya yanlışların korkuya temelli dayatmasında ya da cumhuriyetin bilgi dolu özgürlüğünde yaşayacağız. Seçim, seçenindir.

Ve eğer bu yazıyı okuyorsanız, artık biliyorsunuz ve bilmek sorumluluktur.